Mustafa Şahlar Makamı’na girdi. Daha önce hiç duymadığı bir nefesli çalgı çalıyordu. Birbirinden farklı hoş kokular duydu. Mekan; sütunları ve küçük başka kubbeleri himaye eden devasa bir kubbeden oluşuyordu. Bu devasa görünümlü mekanın duvarları ince işlemeler ve zarif desenlerle süslenmişti. “İhtişam ve zarafet birarada.” diye kendi kendine şaşırdı Mustafa.
Yerlerde rengarenk dumanlar süzülüyordu fakat süzülen dumanların arasından taş zemin görülüyordu. Mustafa onu taşıyan karınca Ka’nın söylediklerini hatırladı. “Yürü.” demişti dev karınca. “Durmadan, gönlündeki padişahı bulana kadar yürü. O hariç kimse seninle konuşmayacak.”
Yürümeye başladığında şaşırdı, bu yürümek gerçek hayattakinden farklıydı. Sanki Mustafa yoğun bir sıvının içindeydi de etrafındaki her şey çok daha akışkan ilerliyordu. Bütün dünyanın hızlanmış, Mustafa yavaşlamış gibiydi. Bir nefes alıp verip, bir adım atıyordu fakat bu bi adımla on metre yol alıyordu.Ara ara öksürerek, devasa kubbenin altında sütunlar boyu ilerledi. Güruhlar halinde iyi giyimli insanların yanından geçti, hiçbiri Mustafa’yla ilgilenmedi Bu insanların bazısı şen şakrak muhabbet ediyor, bazısı köşesine çekilmiş okuyor, yazıyor, bazıları cümbüşte, bazıları bir bahçede çiçekleriyle ilgilenmekte… Mustafa nereye gideceğini bilmeden yürümeye devam etti, bilmesine gerek yoktu. Gideceği yere bir şekilde varacağını biliyordu. Gördüğü etkileyici insanlarla konuşmamayı ve meraklı sorularını sormamayı başardı.
Ta ki ahşap bir sandığı oyan sert ifadeli birini görene kadar. Ufak bir an adamı izledi. Bir elindeki aleti eğimli bir açıyla tahtaya doğru tutuyor, diğer elindeki sert cisimle alete vurup, tahtanın üzerinde desenler oluşturuyordu. Adamın yaptığı işin melodik takırtıları Mustafa’nın hoşuna gitmişti ve yaptığı ince işçilikten de etkilenmişti. Dayanamadı, bu adamla konuşmalıydı. Bir şey söylemek için ağzını açtı fakat konuşamadı. Adam çatık bir kaşla Mustafa’ya baktı ve parmağıyla ileriyi işaret etti. Mustafa korkuyla o tarafa koşmaya başladı.
Renkler insanca birer coşkuyla koştuğu yerin etrafında belirdiler. Mustafa, gökkuşağından ve kıvılcımdan yapılma bir tünelin içine girmişti. Koştu, koştu ve koştu. Bu koşuşun hiç sonu yok muydu? En sonunda bu renk cümbüşünün içinden, mütevazı bir odanın içine düştüğünde, zamanın akışı normale dönmüş gibiydi. “İMDAT” diyebildi nefes nefese. “İmdat! Marangoz amca beni dövecek galiba!”
Mustafa düştüğü yerden kalkıp üstünü başını toparlarken adamı incelemeye koyuldu. İmdat dilediği kişi, bir çeşit yer masasının üzerine kurduğu rahlesinde çalışan esmer, sakallı bir adamdı. Burnu kemerliydi, başında bir sarık, üzerinde bir cübbe vardı. Masasının üzerinde, yazıp çizdiği defterinin yanında bir kırmızı gül duruyordu. Gülü alıp koklarken sakince sordu.
“Hangi marangoz? Bayezıd mı Abdülhamit mi?” dedi. Sonra cevabı beklemeden, yine sakince gülü yerine koydu, divit kalemini mürekkebe batırdı ve huşu içinde yazmaya devam etti.
Mustafa eliyle kafasını kaşıdı. Bayezıt kimdi, Abdülhamit kimdi? Bilmiyordu. Cevap vermek yerine odayı incelemeyi tercih etti. Mütevazıydı, bazı tablolar asılıydı. Bir duvarın içindeki oyukta bazı heykeller yan yana dizilmişti. Raflar dolusu kitap vardı ve pek çoğunun hangi dilde olduğunu Mustafa anlayamamıştı.
Odanın sahibi diviti kenara bıraktı, mürekkebi kurutmak için kağıda üfledi, kağıdı masaya koyarken tek kaşı havada, eliyle Mustafa’ya ‘gel’ yaptı.
“Bak bakiym, nasıl olmuş?” dedi. Mustafa eğildi, baktı. Bu adam her kimse, geldiği yerdeki adam gibi Arapça şeyler yazmıştı. Mustafa okuyamadığından, yazının güzelliğine yorum yaptı.
“Güzel.” dedi. “Çok zarif görünüyor.”
Odanın sahibi memnun olmamıştı. “Yazı değil, şiir nasıl olmuş?” dedi. Mustafa “Ben okuma bilmem ki.” dedi. “Yani bilirim de, Arapça bilmem.” diye devam etti.
Odanın sahibi önce iç çekti, sonra yazdığını okudu.
“Yar içün ağyar ile merdane ceng etsem gerek
İt gibi murdar rakib ölmezse yar elden gider.”
Mustafa hiçbir şey anlamamıştı. “Iıı.” dedi. “Şey, güzelmiş.”
Odanın sahibi gülümsedi. “Hiçbir şey anlamadın değil mi?”
Mustafa utanarak. “Biraz karışık geldi de.” dedi. “Ama güzel yani. Bence. Şey. Sen kimsin abi? Ne yapıyorsun burada?”
“Ben Avni.” dedi odanın sahibi. “Genelde şiir yazıyorum, zikir çekiyorum. Burada mühendisliğin pek kıymeti yok ama yine de bazı çizimler yapmaya çalışıyorum. Unutmamak için.” dedi, sonra sordu. “Senin adın ne?”
“Mustafa.”
“Neden burada olduğunu biliyor musun Mustafa?”
Mustafa başını iki yana salladı. Bilmiyordu.
Dört oğlundan biri eve dönmemişti ve Fazilet Hanım ağlıyordu. Olayı duyan küçük kardeşi Sevim de oradaydı, dokuz aylık hamileydi, canı burnundaydı, hüzünlüydü. “Mustafa da benim oğlum gibi.” derdi. Öyleydi de. Fakat şimdi Mustafa yoktu. Bazen sıra sıra, bazen koro halinde öksürüp ağlayan, her birini Mustafa kadar sevdiği üç yeğeni vardı. Yüreği sızladı, bir şeyler yapmalıydı. Kendince, çocukları teselli etmek için bir yol buldu.
Karnını tutarak “Teyzem.” dedi yeğenlerine doğru. “Ağlamayın bak, bebek çok üzülüyor size.”
Mahmut gözlerini silerken “Üzülüyor mu gerçekten?” dedi.
“Üzülüyor tabi, gel bak.”
İmam Ahmet’in üç oğlu kalkıp, Sevim teyzelerinin başında toplandılar.
“Bak.” dedi Sevim Teyze ve küçük yeğeninin elini alıp karnına koydu. Bebeğin hareketini hisseden Mahmut’un gözleri birden faltaşı açıldı.
“Kımıldıyor!” dedi.
Kazım ve Asım’ın da yüz ifadeleri değişmişti. Çocukların dikkatini Mustafa’dan uzaklaştırdığına sevinen Sevim Teyze, yüz ifadesi değişen diğer iki yeğeninin elini de karnına koydu. Çocuklar elektrik çarpmış gibi kafalarını kaldırıp Sevim teyzelerine baktılar.
“Çok hareketli!” dedi Kazım.
Nazardan korkan Sevim Teyze hemen ikaz etti. “Maşallah?”
Yanlış bir şey yapmış gibi hisseden Kazım, çekingen çekingen “Maşallah.” deyince, Sevim Teyze’nin bir anda yeğenlerine kanı kaynadı.
“Oy kurban olurum sizi verene!” diye üçüne birden sarılıverdi.
Çocukların hüznü bir anlık da olsa dinmiş gibiydi fakat Fazilet koltuğun diğer ucunda hala ağlıyordu. Bu sırada İmam Ahmet arka odadan çıkıp, salona geldi.
“Sevim hoşgeldin.” dedi. Sonra karısına döndü. “Fazilet hanım ağlayıp durma yav. Ben gidiyorum şimdi, Mustafa’yı bulup getiririm akşama, merak etme.” diye teselli etmeye çalıştı.
Fazilet ise inanmadı, içli içli ağlamaya devam etti. Sevim, Fazilet’i teselli etmeye çalışırken, Ahmet ceketini giyiyordu. Asım babasının yanına gelip “Baba, biz de seninle gelelim.” dedi. İmam Ahmet hemen reddetti.
“Hayır. Siz evde annenizin yanında bekleyeceksiniz. Ben arkadaşlarla arar, bulurum Mustafa’yı. Hadi akşama görüşürüz.” dedi, çıktı. Ailesini teselli etmek için söylediklerine kendini de inandırdı, çünkü başka türlüsüne dayanamayacaktı.
Ahmet çıkınca, üç çocuk koşarak pencereye gittiler. İmam Ahmet evin önünde duran kazma küreği aldı ve yola koyuldu. Diğer ikisi pencereden babalarının gidişini izlerken, Asım koşup çekmecelerinin başına gitti.
Önceden çekmeceye sakladığı bir kutu kibriti ve bir paket çubuk krakeri ceplerine koydu, eline de bir fener aldı. Odadan çıkmak için arkasını döndüğünde, abisi Kazım ve küçük kardeşi Mahmut’un odanın kapısında kendisini izlediklerini gördü. Bir an sessiz kaldılar.
Sonra Kazım “Biz de geliyoruz.” dedi.
Asım anlamamazlığa vurarak “Nereye?” diye diretince, Mahmut “Mustafa Abim’i aramaya biz de gelelim Asım Abi.” dedi.
Asım gülümsedi.
Üç kardeş Mustafa’yı aramak üzere, annelerine ve Sevim teyzelerine görünmeden evden çıkıp, babalarının peşine düştüler.
İmam Ahmet’i ve arkadaşlarını bir sokağın başında konuşurken buldular. Üç kardeş, babalarını uzaktan bir süre izlediler. İmam Ahmet hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu.
Ardından, konuşa konuşa yürümeye başladılar. Ahmet, Şahin ve Davut, onları takip eden Kazım, Asım ve Mahmut’tan habersiz, şehrin doğusuna, Fırat’a doğru yürüyorlardı.
Asım tereddüt etti. Mustafa Fırat tarafında değil, aksine, şehrin batısnda Taşbaş dağında kaybolmuştu.
Öyleyse babaları nereye gidiyordu?
“Yani şimdi senin çocuğu ulular mı aldı diyorsun? Yav olacak iş mi Ahmet, bu ruh mu cin mi neyseler, Allah’ın Nizipli gariban çocuğunu niye alsınlar yav? Diyelim aldılar, e senin dört oğlan var, niye Kazım değil, Asım değil, Mahmut değil; Mustafa?”
Şahin’in sorusuna Ahmet hemen cevap vermedi, biraz yürüdüler. Ilık bir rüzgar esiyor, bu rüzgarın sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Ardından İmam Ahmet çok kereler yaptığı üzere, bir hikaye anlatmaya koyuldu.
“Sene 1944, 19 Haziran. Ruslar Timur’un mezarını açıp incelemek istiyorlar. Özbekler karşı çıkıyor, Timur Han’ın mezarında bir lanet olduğunu, her kim onun mezarını açarsa ülkesine şeytanların ve savaşın doluşacağına dair Rusları uyarıyorlar, fakat nafile. Ruslar mezarı açıp, Timur Han’ı rahatsız ediyorlar. Bundan tam üç gün sonra, Hitler, Sovyet Rusya’ya saldırıyor.”
Şahin derin bir “Allah Allah.” çekti. Bu “Allah Allah.” onun dilinde “Ben bu işe akıl sır erdiremedim, açıklayamadım. Burada benim anlayışımın ötesinde bir şeyler dönüyor.” demekti.
Davut dua okumayı bırakıp sordu.
“Eee? Biz Timur’un mezarını mı açtık? Yook. Ey halk arasında böyle bir inanç varmış, herkes biliyormuş, bu Ruslar ona rağmen açmış dedin. Yav İmam, bizde böyle bir inanç minanç da yok ki kardaşım.”
Şahin de katıldı. “Hem İkinci Dünya Harbi diyorsun, savaş mavaş da çıkmadı. Senin iki numaralı oğlan kayboldu. Bu hikayeyle senin oğlanın ne alakası var?”
“Tek benzerlik mezar, o kadar. O kadar işte.” diye devam etti Davut.
“O kadar değil.” dedi Ahmet.
“Nasıl o kadar değil?”
“Değil işte. Benzerlik mezardan ibaret değil. Bir hükümdar kabrini rahatsız ettik. Sıradan bir mezar değildi.”
“Yani?”
“Yanisi şu, her kim büyük bir hükümdarın ölüm uykusunu böler, ebedi istirahatini rahatsız ederse, türlü felaketlerle karşılaşır.”
Diğer ikisi İmam Ahmet’i alaya alarak. “Allah Allah?” dediler. Bu “Allah Allah.” onların dilinde “Yok daha neler, amma abarttın.” demekti. “Kim demiş bu?” diye de alay etmeye devam ettiler.
“Ben diyorum. Piramitlere girenler kanser oldu öldü. Timur’un mezarını açanların ülkesine savaş geldi. Bu işlerde akılla fikirle izah edemeyeceğimiz, mantıkla kavrayamayacağımız bir sır, bir tılsım var.”
Davut da Şahin de hala ikna olmamıştı. Davut sordu.
“Yav iyi hepsini anladık da İmam, senin oğlan Taşbaş’da kaybolmadı mı? Niye yatırın başına gidiyoruz, çaput mu bağlayacaz?”
Şahin yine derin bir “Tövbe estağfurullah!” çekerken, Ahmet cevap verdi.
“Hızır Aleyhisselam bana göründü.” dedi. “Bana göründü, mezara gidersek benim oğlanlar iyileşecek. Mustafa da geri dönecek. Nasıl olacak bilmiyorum ama olacak.”
Kazım, Asım ve Mahmut, babalarını takip ediyorlardı ve neden Fırat’a doğru gittiklerini hala anlamamışlardı.
“Kazım Abi.” dedi Mahmut. “Fırat, Taşbaş’ın oradan akıyor mudur?”
“Yok. Aşağıya, Suriye tarafına akıyor.”
“Belki Mustafa Abi’m Fırat’a düşmüştür, olur mu olur.”
Asım ve Kazım birbirilerine bakıp gülümsediler.
Kazım “Nasıl olurmuş, söyle bakalım.” dedi. Zira Taşbaş Nizip’in bir ucunda, Fırat ise öteki ucundaydı. Mahmut büyük bir ciddiyetle ve tatlılıkla teorisini anlatmaya girişti.
“Abi şimdi Taşbaş çok yüksekte ya hani. Fırat da aşağıda. Belki Mustafa Abi’m böyle uçurum filan gibi bir kayadan düşmüştür. Düşerken de, hani o gün rüzgarlıydı ya. İşte rüzgar almıştır abimi. Yüksek sonuçta. Abim de rüzgarla uçuuup, Fırat’a suya düşmüştür.”
Kazım ve Asım bir an sessizz kaldılar, ardından ikisi aynı anda birer kahkaha patlattılar. Abilerinin gülmesine bir anlam veremeyen Mahmut masum masum sordu.
“Niye gülüyorsunuz ya? Abi?”
Kazım ve Asım gülmekten nefessiz kalmışlardı ve cevap veremediler. Bir süre daha Mahmut’u cevapsız bırakıp güldükten sonra, gözlerindeki yaşları silerek sakinleşmeye çalıştılar.
Asım “Vay Yusuf Aleyhisselam vay.” dedi. Mahmut biraz sinirle, biraz da gücenerek.
“Ya ne var abi ya!” dedi.
Açıklama görevini Kazım üstlendi. “Oğlum olur mu hiç öyle şey, Taşbaş neredee, Fırat nerede. Kaç kilometre var farkında mısın sen?”
İki ağabeyi hala gülmekteyken, Mahmut bütün ciddiyetiyle. “İyi de, o zaman babam neden Fırat’a gidiyor? Abim Taşbaş’daysa, onu kurtarmaya gitmemiz gerekmez mi?”
Gülüşleri bir anda yüzlerinden silindi. Gerçekten de, babaları neden Fırat’a gidiyordu? Mustafa neredeydi?
Mail Listesine Kayıt Ol
Mail listemize kayıt olarak öykülerden ve yeni yazılardan haberdar olun.
Kayıt olduğunuz için teşekkürler.
Bir şeyler yanlış gitti.