Muhammed Alperen İmamoğulları

Tayyi Mekan 3. Bölüm

Tayyi Mekan 3. Bölüm - Muhammed Alperen İmamoğulları

Ahmet ne yapması gerektiğini biliyordu fakat oğullarına bunu söyleyemezdi.

Aylar önceydi, sıcak bir yaz günü, kahvede oturmuş buz gibi ayranlarını yudumluyor ve sohbet ediyorlardı. Her zamanki konulardan bahsettiler, çayın şekerin fiyatından, kimin ne zaman emekli olacağından, hayallerinden, aslında paraları olsa bir daha hiç çalışmalarına gerek kalmayacağından, aradıkları definelerden, her seferinde başarısız oluşlarından, karılarının bu başarısızlıklara tepkilerinden…

Tüm bunları konuşurlarken, yan masadan birinin konuşmaları dinlediğini ne Ahmet, ne de arkadaşları fark etmişti. Şevket. Kasketli, şalvarlı, beyaz bıyıklı tuhaf yaşlı bir adamdı. Definelerden konuştukları sırada “Selamunaleyküm.” diye oturdu masaya. “İstemeden dediklerinizi işittim, defineyle ilgilisiniz galiba. Ben de çok meraklıyımdır bu işlere.”

Şahin, Davut ve Ahmet bir adamın yüzüne, bir de birbirilerinin yüzüne baktılar. Bu iflah olmaz define avcıları mistik olaylara, tesadüfi görünen fakat büyülü olan karşılaşmalara ve tabii ki define tüyolarına anında inanmaya meyyiliydiler. Şevket’e de böylece kapılmışlardı bile.

Konuşma ilerlemiş, derinleşmiş, Şevket’in anlattığı hikayeler, maceralar üç kafadarı kolayca kıvama getirmişti. Bir süre muhabbet ettikten sonra Şevket, sanki çok gizli bir şey söyleyecekmiş gibi önce dinleyen var mı diye etrafa şöyle bir baktı, ardından ne söylerse söylesin inanmaya hazır üç kafadara yaklaşıp fısıldayarak.

“Aslında ben de bu yüzden Nizip’e geldim.” dedi, koynundan sararmış, kenarları yıpranmış büyükçe bir kağıt çıkardı. Katlı halde duran kağıdı masaya koydu. Daha da yaklaştı, daha da sessiz fısıldadı. “Büyük İskender’i duymuşsunuzdur. Erken yaşta hastalanıp ölmüş. Yerine tahta geçecek şeyi de yokmuş… Bu… şeyi. Ne derler?”

Aralarından biri hemen “Şehzadesi?” dedi. Şevket devam etti.

“Hah, şehzadesi yokmuş. Büyük İskender’in ülkesi de büyükmüş, genç yaşta bütün Asya’yı fethetmiş, doğu ve batıyı birleştirmiş.”

Şevket’in masaya koyduğu sarı kağıt hala katlıydı, Şahin Davut ve Ahmet ilgiyle dinliyorlardı. Şevket fısıltıyla devam etti. “Derler ki İskender olmasaymış, halklar birbirine karışmazmış. Kendi generallerini, İran’lı kızlarla evlendirmiş. Doğunun ve batının bütün zenginliklerini fethetmiş.”

Şevket anlattıkça, Ahmet ve arkadaşları keyifleniyordu, onların bu halini gören Şevket’se daha coşkulu anlatıyordu. İskender’in hayatını ve fetihlerini ballandıra ballandıra anlattıktan sonra, doğunun ve batının hazinelerinden bahseti, ardından konuyu esas meseleye getirdi.

“Fakat şehzadesi olmadığı için bu büyük imparatorluğun tahtı için kavgalar başlamış. Generaller tahtta hak iddia ediyor, rakiplerine iftiralar atıyor, birbirilerini zehirlemeye çalışıyorlarmış. Bu kargaşada İskender’in ölü vücudu, generallerden biri tarafından kaçırılmış.”
Şahin “Vay namussuz.” diye böldü. Ahmet eliyle Şahin’e ‘sus’ yapıp, Şevket’e “Eee?” dedi. Hikayenin ne zaman ve nasıl bu eski kağıt parçasına bağlanacağını merak ediyordu. Şevket kaşlarını havaya kaldırdı, derin bir nefes aldı.

“Derler ki o zamandan beri İskender’in vücudunu gören duyan olmamış. Güya bu general, kişisel hazineleriyle birlikte İskender’i gömmüşmüş. Hem mezar hırsızlarından hazineyi, hem de tahtta hak iddia eden diğer komutanlardan İskender’i saklamak için de nereye gömdüğünü kimseye söylememiş. Benim bir arkadaş var, oğlu Ankara’da arkeoloji okur. Bu oğlan, o generalin günlüklerinden münlüklerinden işaretler bulmuş, onları not etmiş.”

Artık iyice ağızları sulanmış define avcılarına kağıdı açıp gösterdi. Üzerinde biraz emek harcandığı belli olan, el çizimi bir haritaydı bu.

“Fırat’ın kenarında bir yer diyor.” Haritayı Ahmet ve arkadaşlarına doğru çevirdi, parmağıyla işaretleri gösteriyordu.

“Şurada bir kayada…” dedi Şevket, tekrar etrafa bakıp dinleyen var mı diye kontrol etti. “Bazı işaretler ve rakamlar var. Pek anlamadım, eski yazı. Ördek ayağı filan var.”

Ahmet, Davut’a baktı. Ördek ayağı demek, ördek adımı demekti. Gösterilen yöne ördek adımıyla belirli sayıda adım attıktan sonra, ulaşacağın yeri kazmak demekti. Bunu bütün defineciler bilirdi, Şevket bilmiyor muydu?

“Neyse, iki gün harita elimde gezdim. Bazı işaretler buldum, ufak tefek bazı…” Yine sesini alçaltıp yakınlaştı “… altın sikkeler buldum.” dedi. Ardından elini cebine götürüp, bir sikkeyi masaya bırakıverdi. Ahmet, Şahin ve Davut’un gözleri parladı. Bu gerçekten de altından bir eski zaman parasıydı.

“Ama daha ileriye gidemedim. Doğrusu kafam pek basmıyor, hem sizin gibi genç kuvvetli de değilim artık, dağda bayırda yoruldum. Çalıştığım yerden de ancak bu kadar izin alabilmiştim. Şimdi mecbur bırakıp gitmem gerekecek.” dedi. Defineci tayfa daha da gaza gelmişti. Ahmet dayanamayıp sordu.

“E hazineye ne olacak? Sikke filan da bulmuşsun, var demek ki bir şeyler. Bırakıp gidilir mi?” dedi. Davut sikkeyi önüne çekmiş, masadan kaldırmadan hayranlıkla inceliyordu. Şevket devam etti.

“Benim elimde değil ki. Hem bir şey de çıkacağını sanmıyorum, böyle çok denedik gençliğimizde. Boş.”

Şevket, duygusuz bir yüz ifadesiyle sikkeyi masadan alıp cebine geri koydu. Ufak bir sessizlikten sonra, “Haaa…” dedi. “Eğer sizin gidip bakmaya vaktiniz, niyetiniz varsa. Haritayı size satarım.”

Ahmet, Şevket’in cümlesini duyar duymaz sordu. “Ne kadar?”
Şevket Ahmet’in aylık maaşının yarısı kadar bir ücret talep etti. “Adil bir fiyat.” diye devam etti. “Eğer hazineyi bulursanız bunun binlerce katı paranız olacak. Haa bir de uyarayım. İskender’in mezarıyla ilgili efsaneler, onu rahatsız edenlere musallat olacak bir cinden, papaz büyülerinden lanetlerden filan bahseder. Benim daha ileriye gitmekten vazgeçme sebeplerimden biri de bu, korkuyorum. Sizin de korkmanız gerekir, Mazallah sadece size değil, bütün ailenize zarar verebilecek bir musibet takılabilir peşinize.”

Ahmet parayı masaya sayıp, haritayı alırken Şevket’in son sözlerini dinlememişti bile.

Şimdi çocuklarına söyleyemezdi. Kardeşinizin kaybolmasının, sizin hasta olmanızın sorumlusu benim, diyemezdi.

Çocuklar Mustafa’yı aramaya devam etmek istiyordu fakat Ahmet bunun beyhude olduğunu biliyordu. Önce eve, sonra da İskender’in mezarına geri dönmeliydi.
Güneş tam tepedeyken, İmam Ahmet ve üç oğlu eve geri dönmek üzere yola koyuldular. Uçsuz bucaksız zeytin ve fıstık ağaçlarının arasından kıvrılan yolda evlerine dönerken, ara ara, bazen sıra sıra, bazen koro halinde ağlıyorlardı.


Karıncalar koşarken Mustafa etrafta ışık hüzmelerinden başka bir şey göremiyordu. Net görebildiği tek şey üzerinde olduğu da dahil olmak üzere, üç dev karıncaydı. Gözleri ardına kadar açıktı. Yüzüne vuran rüzgar yüzünden zor nefes almakta zorluk çekiyordu, karıncanın sırtına sımsıkı tutunmuştu.

Mustafa’nın bindiği karınca en önde gidiyordu, diğer ikisi arkadan takip ediyorlardı. Mustafa bu diğer ikisine baktığında, aralarından birinin gözünü dikmiş kendisine baktığını fark etti. Mustafa ile göz göze gelince “Ka.” dedi karınca. “Göğün Nuru’nu kurtaracak çocuk bu muymuş gerçekten?”

Ka dönüp soruyu soran karıncaya baktı. “Buymuş.” dedi diğer karınca “Noldu Rın? Beğenmedin mi?”. Koşmaya devam ediyorlardı, ışık hüzmelerinden başka bir şey görünmüyordu. Üçüncü karınca konuşmaya dahil oldu. “Beğenmez tabi, neyi beğendi ki bugüne kadar, bu çocuğu beğensin. Benim gözüm bu çocuğu tuttu Ka, aslan parçası mübarek.” dedi.

İlk soruyu soran karınca Rın terslendi. “Fikrini soran olmadı Ca, izin verirsen Ka ile konuşuyorum.”

Mustafa ne olup bittiğine hala anlam verememişti. Neydi bu Göğün Nuru dedikleri şey? Neden kurtulması gerekiyordu? Daha fazla dayanamadı, sordu.

“Iıı, şey.” diyebildi çocuksu masumluğuyla. Sonra düşündü, bir karıncaya nasıl hitap edilirdi? Konuşmaya devam edemedi, dondu.

“Iıı, ney?” dedi Ca. “Konuşsana çocuk? Ka galiba arkadaşın çişi geldi, söylemeye utanıyor.” diye devam etti. Mustafa kızardı, hemen konuşmaya devam etti.
“Yok! Çiş filan değil yanlış anladınız.”

Mustafa’nın utanmasına üç karınca da kıkırdadı, Mustafa devam etti.

“Göğün Nuru ne abi?”

Karıncalar tekrar kıkırdadılar. En çok gülen Ca idi. “Duydun mu Rın? Göğün Nuru ‘ne’ diye soruyor”

Rın da kıkırdayarak cevap verdi. “Göğün Nuru ne bilmiyor musun çocuğum?”

Ka da gülüyordu fakat toparlandı. “Uğraşmayın çocukla, sadece kurye olduğunuzu unutmayın.” dedi. Ca gülerek cevap verdi. “Ne uğraşması Ka, ben karıncayı bile incitmem!” Rın hemen araya girdi. “Bu lafa bile incinen akrabalarım var benim.”

Diğer iki dev karınca gülüşürken Ka istifini bozmadı, devam etti. “Mustafa, Göğün Nuru’nu sana gittiğimiz yerde açıklarlar, hem gelmek üzereyiz.” dedi. Mustafa’nın kafası hala karışıktı.

“Abi peki bu gittiğimiz yer ne?” dedi. Karıncalarda bir abilik hissetmiş olmalıydı ki onlara böyle hitap ediyordu. Ka koşuşuna hiç ara vermeden kafasını yana çevirip Mustafa’ya baktı.

“Şahlar Makamı mı?”

“Hı hı.”

Ka bir an sessiz kaldı, sonra devam etti.

“Kral nedir, padişah nedir bilir misin çocuk? Senin zamanından önceydi, şahların zamanıydı. Bir diyarı yöneten, kralların soyundan gelen, binlerce insanın kaderinin iki dudağı arasına bağlı olduğu kişiye kral, şah denirdi. Kulağa güzel geliyor di mi? Güç. Bir lafınla orduların yola çıkması, her kula nasip olmayacak bir şan ve şöhret, dünyada bir iz bırakma fırsatı… Eee, bu güç çoğu zaman karşı konulmaz bir kibri de birlikte getiriyordu. Öyle bir kibir ki bu, insanoğlu haşa kendini tanrı zannedebiliyor, kul kula kulluk edebiliyordu. Bazı istisnalar hariç.”

Mustafa ara ara öksürür ve ışık hüzmelerini seyrederken, dinlemeye devam ediyordu.

“Bu istisnalar, fırsat bulsalar padişahlık etmekten kaçacak insanlardı. Toplumlarının iyiliği için veya sırf soyları bunu gerektirdiği için şahlık eden kişilerdi. Onlara sorsan dünyada padişah olmak değil, derviş, şair, marangoz, kuyumcu olmak isterlerdi… Diledikleri gibi olmadı. Kimi mecbur kaldı kardeşini öldürdü, kimi de başka evlatlar ölmesin diye kendi evladını öldürdü. Başkalarının huzuru için kendi huzurlarını bırakmak zorunda kaldılar.”

Ka yine sustu, bir süre sessiz kaldı. Mustafa “Eee?” dedi.

“Gittiğimiz yer, Şahlar Makamı, bu insanların kıyamet gününe kadar dinlenecekleri yer. Hepsi arzu ettikleri şekilde yaşıyor, gidince göreceksin. Senin yapman gereken şey, kapıdan içeriye girdiğin zaman yürümek.”

“Yürümek mi?”

“Evet, yürü. İçeriye girdiğinde sana yardım edebilecek olan hariç, kimse seninle konuşmayacak. Seninle konuşanı bulana kadar yürümeye devam edeceksin. Ta ki gönlündeki Padişah’ı bulasın. O sana neyi neden yapman gerektiğini, Göğün Nuru’nu anlatacak. Haline tavrına dikkat et, bunlar dünyayı yönetmiş insanlar.” dedi Ka, Rın ve Ca bir süredir sessiz kalmışlardı. Mustafa öksürdü. Ca “Ka, geldik.” dedi.

Mustafa Ka’nın sırtından indi. Şahlar Makamı’na gelmişlerdi.

 

Muhammed Alperen İmamoğulları

Mail Listesine Kayıt Ol

Mail listemize kayıt olarak öykülerden ve yeni yazılardan haberdar olun.

Kayıt olduğunuz için teşekkürler.

Bir şeyler yanlış gitti.