Muhammed Alperen İmamoğulları

Tayyi Mekan 5. Bölüm


Bölümün editörlüğünü yaparak bana yardımcı olan sevgili Alper Nargileci’ye teşekkür ederim. Uzaygemisindekibuyucu.blogspot.com adresinden onun öykülerini okuyabilirsiniz.

Mustafa, Şahlar Makamı’nda, övülmüş ve müjdelenmiş birinin yanındaydı fakat bunun farkında değildi. Avni masadan kalktı, Mustafa’ya “Gel.” dedi. Avni önde, Mustafa arkada odadan çıktılar.

Devasa sütunların yükseldiği bir koridorda Avni önde Mustafa arkada bir süre yürüdüler. Bir ömür mü geçmişti, bir küçük an mı? Mustafa bilmiyordu. Mustafa mı buradaydı yoksa burası mı Mustafa’daydı, bilmiyordu. Koridor sisliydi fakat Mustafa, Avni’yi net bir şekilde görebiliyordu. Derken Avni derin bir nefes alıp üfledi ve dudaklarının arasından çıkan insanüstü rüzgar, sütunların arasındaki sisi dağıttı. Sisler dağılınca, Mustafa gördüğü şey karşısında hayrete düştü. 

Burası bir mezarlıktı. 

“Hükümdarlar Allah’ın talihli kullarıdır, Mustafa.” dedi Avni. “Ve Allah’ın talihli kulları da ölür. Güçlü veya güçsüz, zalim yahut mazlum, fakir ya da zengin. Herkes ölür. Çoğu insan, meseleyi ölümü ertelemek zanneder, oysa yaşamınla ne yaptığın önemlidir, ne vakit öldüğün değil.” 

Mustafa’nın daha önce görmediği tarzda onlarca mezar taşının içinden yürüyorlardı. Mustafa’nın kafası karışmıştı, ‘İlk defa kapalı bir mezarlık görüyorum.’ diye düşündü, sonra merak etti; Avni ölü müydü, yaşıyor muydu? 

“Avni… Amca?” diye lafa girdi, bu Avni’nin gülümsemesine sebep oldu. Mustafa devam etti. “Siz, yaşıyor musunuz?” 

Avni önce sütunlara, devasa kubbeye, sonra mezar taşlarına, ardından da Mustafa’ya baktı. 

“Biz, hayatlarımızı yaşadık ve tamamına erdirdik. Burada kıyamet gününü bekliyoruz, şimdi yaşayıp yaşamadığımızı anlatmak biraz meşakkatli fakat bence yaşamak, dünyada olaylara etki edebilmek demek. Elde edilemeyeni elde etmek, elde tutulanı verebilmek demek. Bizim etkimiz sınırlı. Bazen rüyalara girebiliyoruz, bazen de bazıları -senin gibi- yolunu kaybedip buraya geliyor ve onlara yol gösteriyoruz.” 

Mustafa sordu, “Peki ben neden buradayım, Avni amca?”

Mezarların her birinin üzerinde farklı renkte bir ışık parıldadı, üzerlerindeki toprak, rüzgarla hafif hafif oynuyordu. Bütün farklı renkteki ışıklar sertçe titreşti  ve Mustafa, şiddetlenen rüzgar yüzünden nefes alamaz hale geldi. Avni’nin “Birazdan öğrenirsin.” cevabını zar zor duydu, hemen ardından görebildiği tek şey rengarenk ışıkların birleşmesinden doğan kör edici bir beyazlıktı. 

Minik bir sonsuzluk kadar süren kör edici beyazlık sonrası Mustafa, kendisini onların huzurunda buldu. Tarih boyunca yönetmiş olanların, kralların, sultanların, şahların önündeydi. 

Babasının anlattığı bir Keloğlan masalını anımsadı. Masalda Keloğlan, padişahın karşısına çıkacağı için tedirgin de olsa, kıvrak zekası ve hazır cevaplılığı ile Sultan’ı etkilemeyi başarıyordu. Fakat Mustafa bir padişahın huzurunda değildi. Hepsinin huzurundaydı. Hepsinin. Mustafa bu düşüncenin ağırlığı altında titredi. 

Kör edici ışık geçtikten sonra bulunduğu yerin antik bir amfi tiyatro olduğunu fark etti. Mustafa çukurdaki sahnedeyken, hükümdarlar da çukurun etrafında yükselen basamaklarda yerlerini almış, oturuyorlardı. 

Mustafa üzerindeki bakışlardan rahatsızdı. Tanıdık bir rahatsızlıktı bu, tıpkı annesinin akrabalarının ona sorular sorup, onu kendilerince tarttıkları zamanlar gibi. “Mustafa kaç yaşına girdi? Mustafa okuma yazmayı söktü mü? Büyüyünce ne olacaksın Mustafa?” 

Mustafa, bugün burada onu inceleyen gözlerin öğrenmek istediklerinin öyle basit olmadığını görebiliyordu. Her ten renginden, her göz şeklinden, binbir çeşit kıyafetler ve türlü türlü parfüm, tütün, çiçek ve bilmediği kokularla bezeli ciddi görünümlü gözler üzerindeydi. Aralarından çekik gözlü, sert bakışlı bir adam;

“Mezarlarımızı rahat bırakmanız için ne yapmamız gerekiyor söyler misin, çocuk?” dedi azarlar bir ses tonuyla. 

Mustafa da sertçe karşılık verip, “Ben mezar filan…” diye lafa girecekti ki hükümdarlar arasından tanıdık bir ses lafını böldü; 

“Çocuğun suçlu olup olmadığını bilmiyoruz.” dedi. “Yüreğinin saflığından emin olmadan onu azarlamak istemeyiz, değil mi?” 

Mustafa konuşana baktı, bu Muhibbi’ydi ve Mustafa’ya gülümsüyordu.Mustafa da  kendini gülümserken buldu,tanıdık bir yüz gördüğü için rahatlamıştı. Muhibbi devam etti; 

“Her ne kadar babasının yaptıkları cezayı hak ediyor olsa da, babayı evlatlarının, evlatları da babalarının hataları yüzünden cezalandırdığımız yetmedi mi?” 

Muhibbi’nin sözlerine destek veren bazı hükümdarlar masalarına vurarak “Evet!” dediler. Bazıları “Haklı!” diye bağırdı. Fakat büyük çoğunluk sessizce kafalarını iki yana sallayarak protesto ediyordu. 

Hala Mustafa’nın yanında çukurda duran Avni, bir elini havaya kaldırdı ve Hükümdarlar Meclisi sessizleşti. Avni konuşmaya başladı; 

“Önceki istişaremizde de söylediğim gibi.” dedi yumuşak ama kesin bir ses tonuyla. “İskender’i rahatsız edenlerin cezalandırılması gerektiğine katılıyorum, hiçbirimiz böyle bir hakarete ve zulme maruz kalmamalıyız, buna müsamaha göstermemeliyiz. Fakat çocuklar, babalarının suçunun cezasını yeterince çektiler. Buna bir son vermenin vakti gelmedi mi?” 

Hükümdarlardan biri yüksek sesle cevap verdi;

“İskender’in varisi yoktu!” dedi sertçe. Oturanların çoğu ona katıldıklarını belirtir şeyler söylerken o devam etti. 

“Varisi olmadığı için, onu rahatsız edenin varislerini cezalandırmaya hükmetmiş olmalı. Soylarından gelenler acı çeksin ki varissiz imparatoru rahatsız edenler de derslerini alsınlar.” 

Bir başka hükümdar ayağa kalktı. Mustafa bu adamı tanımıştı, kendi kendine “Marangoz Amca…” diye fısıldadı, geriye doğru küçük bir adım attı. Marangoz Amca bu hareketi fark etmişti. Aslında tüm bu konuşmaların başından beri ilk defa Avni ve Muhibbi haricinde biri daha Mustafa’nın orada olduğunu fark etmiş gibiydi. Başında bir fes, elinde bir bastonla ayakta duran Marangoz konuşmaya başladı. 

“Biz burada Bütün’deyiz.” dedi. “Fakat İskender, bu mezar soyguncuları yüzünden aramıza katılamıyor. Bizden ayrı düştü. Onun adına karar verirken dikkat edilmesi gereken iki husus bulunmakta. Bir, İskender’in aramıza dönüşünü nasıl hızlandırabiliriz? İkincisi, bu çocuklar. Onlara lanetten kurtulmak için bir şans vermeliyiz. Yürekleri temiz mi, görelim. Buradaki çocuğun yüreğinin saflığı kardeşlerininkinin de emsali olacaktır diye düşünüyorum.” dedi ve yerine oturdu. 

Avni “İyi madem.” dedi ve sanki çok doğal bir şey yapıyormuş gibi, bir anda elini Mustafa’nın göğüs kafesine soktu. 

Mustafa dondu. Nefesi kesilmişti, Avni’nin parmaklarını kalbinde hissetti. Garip, ıslak, sıcak bir duyguydu. Avni, Mustafa’nın kalbini sıkıca kavradı ve… 

Mustafa’nın kalbini söküp çıkardı. 

Mustafa nefessiz, tepkisiz, kalpsiz bir şekilde, Avni’nin avucunda duran kendi kalbine bakıyordu. 

—————————————————————————————————————————

Define için kazdıkları yere geri dönmüşlerdi… Ahmet ve Davut yan yana oturuyor, Şahin onların aksi yöne doğru bakarak ayakta duruyordu. 

Şahin dertli dertli tabakasını çıkardı, içinden bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına koydu, kibriti yakmak üzere eliyle ağzına siper yaptı fakat yakmadı. Durdu. Kibrit elinde, sigara ağzında, donuk bir ifadeyle. 

“Bu pınar geçen geldiğimizde burada değildi.” dedi. Ahmet ve Davut oturdukları yerden dönüp baktılar. 

“Nasıl yani?” dedi Ahmet. 

“Yoktu işte.” diye üsteledi Şahin. Sigara hala dudaklarındaydı eliyle tepeyi göstererek. “Hatta bu tepenin şekli de böyle değildi. Şu ağaçlar, çınar ağacı. Onlar da yoktu.” 

Ahmet ayağa kalkıp Şahin’in gösterdiği yöne baktı. Sonra çenesini ovalayarak;

“Hakkaten.” dedi. “Ben de farklı hatırlıyorum.”

Davut, Felak ve Nas surelerini okumaya başladı. Öyle hızlı okuyordu ki kelimeler birbirine karışıyordu.

_________________________________________________________________________

Kazım, Asım ve Mahmut, çok da uzak olmayan bir kayanın arkasına çömelmiş babalarını izliyorlardı. 

“Eee oturup duruyorlar abi bunlar.” dedi Mahmut. “Hani Mustafa abimi kurtaracaktık. Yürüdük de yürüdük anca. Hem alay ediyors…” 

“Hişşt.” dedi Kazım. “Ayaklandılar, hareket var.” 

Üç kardeş de kayanın arkasına dizilip kafalarını uzattılar. 

_________________________________________________________________________

İmam Ahmet etrafa bakıp anlam vermeye çalışıyordu. 

“Kazdığımız yer burası değil miydi yav?” dedi. “Yanlış mı geldik ne yaptık anlayamadım.” 

Davut hala sesli sesli dua okuyordu. 

“Bilmiyorum ki.” dedi Şahin. “Ben de anlamadım. Davut sessiz oku sen de şu duayı.” 

Davut hiç istifini bozmadan aynı sesle okumaya devam ediyordu. Şahin daha yüksek, gergin bir sesle. 

“Davuut!” dedi. Davut istifini bozmayıp okumaya devam edince Şahin bir anda Davut’un yakasını topladı. 

“Oğlum sussana lan SUSSANA! BİZİ DE GÜNAHA SOKACAKSIN!” 

Davut bir an sustu, Şahin’in gözlerinin içine baktı. Sonra yine aynı sesle duaya devam etti. 

İmam Ahmet araya girecek fırsatı dahi bulamadan, Şahin, önce olduğu yerde gerildi, sonra bütün gücüyle kafa atıp Davut’u yere serdi. Yetmedi, yerde yatan Davut’a saldırmaya yeltendi fakat İmam Ahmet onu tuttu.

“Şahin, Şahin…” diye konuşmaya çalışsa da, Şahin tepki vermiyor, sadece saldırmaya çalışıyordu. 

“Ulan oğlum yakışıyor mu…” demeye kalmadan, Şahin, İmam Ahmet’in suratının ortasına yumruğu oturtup yere serdi. Yere düşen Ahmet, dönüp Şahin’in yüzüne baktı. Şahin kudurmuş gibi Ahmet’in üzerine saldırdı ve ikili yerde birbirlerini yumruklamaya başlarken, Davut da yattığı yerden kalkmadan, sürünerek kavgaya katıldı.

_________________________________________________________________________

Babalarının yere serildiğini ve arkadaşıyla yumruklaşmaya başladığını gören Mahmut, abilerinin öksürükleri arasında gayri ihtiyari bağırdı.

“BABA!” 

Onun bağırmasını bastırmak için Kazım, eliyle Mahmut’un ağzını kapattı fakat Mahmut çırpınmaya ve homurdanmaya başladı. Kazım farkında değildi fakat eliyle Mahmut’un suratını öyle bir kapatıyordu ki, Mahmut nefes alamıyordu. 

Bunu fark eden Asım, “Çocuk nefes alamıyor abi elini çek.” dedi. Kazım duymazdan geldi, hala Mahmut’un suratını tutuyor, fakat Mahmut’a bakmıyor, dik dik Asım’a bakıyordu. 

“Ben senin abinim.” dedi Kazım, her kelimesine bastıra bastıra, hala Mahmut’un suratını tutarken. “Sen bana ne yapacağımı söyleyemezsin. Ben sana söyleyebilirim.” 

Asım ters ters “Abi çocuğu boğuyorsun…” demeye kalmadan, Mahmut, Kazım’ın elini bütün gücüyle ısırdı. Kazım acıyla inleyip elini tutarken, nefes nefese Mahmut, bu sefer Asım abisine dönüp, abisinin hiç olmayacak bir yerine sert bir yumruk oturttu. 

Kazım acıyla elini tutarken, Asım da acıdan iki büklüm oldu. 

“Nefes alamadım ya.” dedi Mahmut, hala nefes nefese. “Hazreti Yusuf’u bile öldürmedi abileri, siz beni öldürmeye çalışıyorsunuz!” diye çıkıştı. 

Böylece ortada hiçbir sebep yokken, üç kardeş birbirlerine girdiler. Kimin kime yumruk attığı, kimin kimi tekmelediği anlaşılmıyordu. Tekme tokat sesleri, bazen sıra sıra, bazen koro halinde öksürüşlerine karışırken, bir tarafta İmam Ahmet ve arkadaşları, bir tarafta ise İmam Ahmet’in oğulları, içlerinde uyanan nefrete karşı koyamadan, dövüşüyorlardı. 

___________________________________________

Fırat yakınlarında bir köyde sıradan bir gündü. Köy halkı her zamanki işleriyle uğraşıyor, insanlar tarlalarda, köy kahvehanesinde, kapı önlerinde gülüşüyor, çocuklar oyunlar oynuyordu.  Her şey her zaman olduğu gibiydi. Huzurlu, sakin, sıradan bir gündü. 

Derken bir anda bütün köy halkı, tarlada, kahvehanede, kapı önlerinde ve çoluk çocuk demeden, durdular. Gülüşler söndü, tatlı sohbetler, mırıldanmalar rüzgarla birlikte köyden uzaklara süpürüldü. İnsanların birbirlerinden nefret etmek için hiçbir sebepleri yoktu. Yine de hepsi birden, bilinçsizce bir öfkeyle kavgaya tutuştular. Köydeki herkes nefretle dolup taşarken, kimse nefretin sebebini sorgulamadı.

______________________________________________

İmam Ahmet’in kazı yaptığı yer merkez olmak üzere, bütün dünyaya nefret yayılıyordu. Anlamsız, vahşi, dizginlenemez nefret. Her yerde insanlar olmadık sebeplerden birbirlerine giriyor, en sakin en güvenli şehirlerde bile kargaşa boy gösteriyordu. 

Kimileri tekme tokat kavga ederken kimileriyse en ağza alınmaz küfürleri ediyor, en incitici sözlerle en yakınlarındakine saldırıyorlardı. Bir dakikadan daha kısa bir sürede dünya gezegeni, kaosun pençesine düşmüştü. 

Mail Listesine Kayıt Ol

Mail listemize kayıt olarak öykülerden ve yeni yazılardan haberdar olun.

Kayıt olduğunuz için teşekkürler.

Bir şeyler yanlış gitti.