Mustafa’nın kardeşleri ve İmam Ahmet koşarak çığlığın geldiği yöne vardıklarında, ortalıkta tuhaf hiçbir şey yoktu. Sadece Taşbaş’ın adını da aldığı kayalar, uzun çam ağaçları, yerde uzun zaman önce dökülmüş ve sararmış çam iğneleri, ve bir grup dağınık kozalak ile sıradışı hiçbir özelliği olmayan bir meşe ağacı vardı. Kazım, Asım ve Mahmut’un öksürükleri dışında bir ses de yoktu. Ahmet telaşla meşe ağacının etrafını dolaştı, kayaların üzerinde koşuşturdu, sağa sola bakıp Mustafa’yı bulmaya çalıştı. Kimse yoktu.
Bir yandan haykırıyor, bir yandan arıyordu. “Mustafa, oğlum! Mustafa!” Kimse cevap vermiyordu, Ahmet ve geride kalan oğulları yeniden meşe ağacının altında buluştuklarında, hiçbirinin bir iz bulamadığını anladılar. Mahmut bir anda ağlamaya başladı. “Abi… Abim nerde baba?” diye başlayan ağlaması, orman boyunca yankılanan haykırışla devam etti. “MUSTAFA ABİ NERDESİN!” Kimse cevap vermiyordu.
Kazım ve Asım da olan bitene anlam veremiyorlardı, Mustafa nereye kaybolmuştu? Ahmet gözlerini kapattı, kendi kendine mırıldandı. “Ey dar zamanda kalanlara yetişen Hızır, bize yardım et. Şimdi yetişmezsen ne zaman yetişeceksin?”
Bir an hiçbir şey olmadı, sadece kuru öksürüklerin sesi vardı. Ardından hafif bir rüzgar yaprakları kımıldattı, yüzleri okşadı. Derken her şey dondu. Çocuklar, yapraklar, rüzgar, öksürükler… İmam Ahmet hariç her şey. Ne olup bittiğine anlam veremeden, ağaçların arasından, bastığı yerlerin yemyeşil parıldamasını sağlayan bir adam süzülürcesine yürüyerek İmam Ahmet’in yanına geldi. Ahmet’in korkudan nutku tutulmuştu.
Gelen adam orta yaşlarında, iyi giyimli, elinde zengin insanlara özgü bir baston taşıyan, sakallı biriydi. Ahmet’in yanına geldi, kulağına eğildi ve dedi ki. “Hastalığın başladığı yere git. Rahatsız etmeye korktuğunun mezarına git.”
Sözlerini söyledikten sonra adamın görüntüsü de, bastığı yerlerde oluşan yeşillikler de yok oldu. Zaman yeniden akmaya başladığında, çocuklar hiçbir şeyin farkında değillerdi fakat Ahmet ne yapması gerektiğini biliyordu.
Mustafa düştü düştü ve düştü, bu düşüşün hiç sonu yok muydu? İlk başta nefesi tükenene kadar çığlık attı, ardından yeniden nefes almayı unuttuğunu fark etti. Ciğerlerine çektiği havayı tekrar çığlık atmaya harcarken hala düşüyordu. Çığlığı bittiğinde, hala düşmekte olduğunu fark etti. Bu kez nefes almayı unutmasının da imkanı yoktu çünkü iki kere üst üste attığı yüksek çığlıklar onu nefessiz bırakmıştı. Soluk soluğa etrafına bakmaya çalıştı, karanlıktı. Öksürdü.
Düşmeye devam ediyordu fakat Mustafa her an yere çarpacakmış gibi hissedip ürkmekten kendini alıkoyamıyordu. Yüzü gerilmişti, ellerini de sanki düşerse bir faydası olacakmış gibi yüzünün önünde tutuyordu. Tekrar çığlık atmanın anlamsız olduğunu bilecek kadar akıllı bir çocuktu. Düşüş o kadar uzun süredir sürüyordu ki, Mustafa yine o rüyalardan birinde olup olmadığını düşündü öksürürken. İnsanın uzunca düştüğü ve yere çarpmadan hemen önce uyandığı rüyalar.
Küçük bir çocuk dahi olsa Mustafa akıl yürütmeye bayılırdı. Ailesi içinde de meraklı olmasıyla ünlüydü. Hatta öyle meraklı bir çocuktu ki, bir dönem evdeki bütün elektronik eşyaları söküp içine bakmayı kendisine görev edinmişti.
Mustafa düşündü. Bu yaşadığı şey bir rüya mıydı? Değilse aksini nasıl ispat edecekti? “Hala uyanmadım. Böyle rüyalarda düştüğüm anda uyanırdım.” diye düşündü.
Düşmeye devam ediyordu, elleri hala yüzünün önündeydi ve yüzü hala gerilmiş vaziyetteydi.
Uyanmamış olması yeterli değildi, daha fazla kanıta ihtiyacı vardı. Ne olabilirdi? Öncelikle rüyalarında bu kadar net düşüncelere sahip olmadığını hatırladı. Üstelik rüyalarda hisleri de böyle gerçekçi değildi. Mustafa daha önce ne vakit rüyada olduğunu fark etse kendini uyanmış bulmuştu, şimdiyse bir değişiklik olmuyordu, hala düşüyordu. Rahatlama çabasıyla derin bir nefes aldı, ilk başta panikle fark etmediği kokuyu da böylece fark etti. Gül, yağmur sonrası toprak ve uzun süre kapalı kalmış bir odanın kokusunun karışımıyla karşılaştı.
“Tuhaf.” diye düşündü. Dışarıda yağmur yağmıyordu. Üstelik yakınlarda gül gördüğünü de anımsayamıyordu. “Belki de ağaç kovuklarının içi de kapalı odalar gibi kokuyordur.” dedi kendi kendisine. Çevresine bakındı, bir şey göremedi. Elleri hala yüzünün önündeydi. Derin derin nefes alarak sakinleşmeye çalıştı. Sonunda gerekli cesareti toplayabildiğinde ellerini iki yana açtı ve avuç içlerinde rüzgarı hissetti. Teninde rüzgarı hissedebiliyordu. Koku alabiliyordu. Çığlık atabiliyordu. Hayır, bu bir rüya değildi. Her şey gerçekti. Hala düşüyordu. Tam da her şeyin gerçek olduğuna ikna olduğu an, gerçek olduğuna inanmak istemeyeceği bir şey gördü, düştüğü kovuğun dibinde, tünelin ucunda aniden beliren bir ışık.
Korkuyla tekrar çığlık attı ve sanki bu uzun düşüşten sonra yüzünü koruyabilirmiş gibi.
kollarını yeniden yüzüne siper etti. Işık hızla yaklaşırken ciğerlerinde çığlık atacak hava bile kalmamıştı. Soluksuz bir şekilde ışığın içine düştüğünde, gözlerini kapattı. Ölmüş olmalıydı. Kapalı gözleriyle hala nefes aldığını fark etti, üstelik rüzgar da yüzüne doğru esmeyi kesmişti. Ölmemişti.
Hayretle gözlerini açtığında kendisini yerden bir karış havada, el dokuması bir halının üzerinde buldu. Bir an havada asılı kaldıktan sonra, küt diye yere düştü Canı ancak, bir karış havadan düşen bir insanın canının acıyacağı kadar acımıştı. Hızla ayağa kalktı, önce tavana baktı. Bir kubbenin altındaydı, düştüğü karanlık delikten eser yoktu, anlam veremedi. Etrafına baktığındaysa incelikle döşenmiş bir odada olduğunu gördü.
Mumlarla aydınlatılmış odanın bir tarafında çift kişilik bir yatak, ahşap bir karyolanın üzerinde duruyordu. İnce işlemeli iki farklı kapı, iki farklı yere açılıyor gibiydi. Bir kenarda bir divan, köşede ise bir çalışma masası vardı. Oda fazla büyük değildi fakat kubbe sayesinde ferah bir his veriyordu. Tuhaf bir şekilde hem zengin, hem mütevazı bir hissiyatı aynı anda uyandırıyordu. Mustafa merakla, üzerinde ışıl ışıl parlayan değerli taşlarla dolu çalışma masasına yaklaştı. Ne işe yaradığına aklının ermediği bazı aletler, metaller ve rengarenk taşlar vardı.
Masanın kenarındaysa bir defter vardı. Açtı, baktı deftere. Kuran kursundan hatırladığı Arap harflerini hemen tanıdı. Fakat Kuran okuyabilmesine rağmen, bu defterde yazılanları anlayamıyordu. “Arabistan’a mı geldim acaba?” diye kendince mırıldanıp, defteri evirip çevirirken, odanın ince işlemeli ahşap kapısı açıldı.
Kapıda hayretle Mustafa’ya bakan bıyıklı, hafif sakallı kişi, Mustafa’nın daha önce hiç görmediği bir şekilde giyinmişti. Üzerinde ince işlemelere sahip bir kaftan, kafasındaysa değerli taşlarla süslenmiş kocaman bir kavuk vardı. Mustafa bütün çocuk saflığıyla ve İmam Ahmet’in oğlu olmanın getirdiği rahatlıkla sordu.
“Siz Arap mısınız?”
Kapıda duran tuhaf fakat iyi giyimli adamın şaşkınlığı bir kat daha arttı. Kaşlarını çattı, girdiği kapıyı kapatıp, masaya doğru yaklaşırken. “Nereden çıktı bu?”
Adam orta yaşlarında biriydi. Konuşmasında bir rahatlık vardı, kelimelere bir ata hükmeder gibi hükmediyordu.
Mustafa sorduğuna soracağına pişman oldu. Adam sadece iki cümle kurmuştu fakat Mustafa daha evvel böylesine… Üstten ve buyurgan konuşan biriyle karşılaşmamıştı. Sorarken bilmek istemiyor veya kibarca sormuyor, bilmeyi talep ediyordu. Mustafa, ne söyleyeceğinden emin olamayarak lafa başladı. “Şey…” diyebildi. Sonra tekrar “Şey ben…” diye kekeledi.
Çocuğa fazla yüklendiğini fark eden adam, masasına otururken yeniden konuştu. Bu kez daha şefkat dolu, daha kibar bir ses tonuyla.
“Korkma. Söyle.” dedi. “Merak ettim, Arap’a mı benziyorum?”
Mustafa adamın gözlerine baktı, gözleri derin, bakışları anlamlı biriydi bu.
“Şey.” diye başladı lafa tekrar. “Şey ben, defterinize baktım da. Arapça harfler vardı. Kuran okuyorum ama bunu okuyamadım. Şın harfi filan var. Arap değil misiniz yani?”
Adam güldü. “Gel, yaklaş.” dedi. Defteri açtı ve Mustafa’ya okudu. Mustafa şiirin sonuna kadar dinlemedi, daldı, başka şeyler düşündü. Zaten kelimeler de tuhaf gelmişti. Pencereden dışarıya baktı, gece olmuştu. Oysa düşmeye başladığında sabahtı. Bütün bir gün boyunca düşmüş müydü, yoksa düşüp dünyanın öbür tarafından mı çıkmıştı? Gündüz ve gecenin nasıl oluştuğunu biliyordu, dünyanın öbür tarafından çıkmış olması burada gece olmasını açıklardı. Mustafa bunları düşünürken, adam huşu içinde okuduğu şiirin sonuna geldi. Son beyitleri farklı bir vurgu ve şevkle okumuştu, Mustafa’nın dikkatini çeken de buydu.
“Ger huzur itmek dilersen ey Muhibbi fariğ ol,
Olmaya vahdet cihanda kuşe-i uzlet gibi…”
Şiiri okur okumaz Mustafa’nın gözlerine bakan adam bir şey bekliyor gibiydi. Bir tepki, bir övgü, herhangi bir cümle.
“Bu Muhibbi kim yav?” dedi Mustafa, patavatsızca fakat masumca bir merakla. Adam kaşlarını çattı, karşısındaki çocuğa anlam veremiyor gibiydi.
“Sizin taraftan birine şiir okumayalı çok oldu.” diye mırıldandı kendi kendine. “Yaşayanlar hala şiir yazıp okuyordur inşallah.”
Sonra sabırla açıkladı. “Muhibbi benim.” dedi Mustafa’ya. “Burası da kuşe-i uzlet. Yani benim kendi köşem, yalnız kaldığım, inzivaya çekildiğim yer. Anladın mı?” Mustafa kafa salladı. Muhibbi defteri kapatıp, Mustafa’ya baktı. “Şimdi gelelim sana. Kimsin sen?”
Mustafa bir çırpıda cevap verdi.
“Ben Mustafa, İmam Ahmet’in oğluyum.”
Mustafa ismini duyunca Muhibbi’nin neşeli havası kaçtı, adeta eli ayağı boşaldı. Kitabı masaya bıraktı. Mustafa ne olduğunu anlayamadı, kendini tanıtırken yanlış bir şey mi söylemişti? Bilemedi. Yine de toparlamak istedi. Öksürerek başladı.
“Yani babam İmam değil. Aslında şey. Biz hastaydık da. Hastayız yani. Taşbaş’a çıkmıştık biz. Biri beni çağırdı, takip ederken düştüm ben de. Siz mi çağırdınız beni?” Muhibbi hala dertli dertli boşluğa bakıyordu ve Mustafa ne diyeceğini bilemedi, öksürmeye karar verdi. O öksürürken odanın dışarıya açılan kapısı şiddetle çalmaya başladı. Muhibbi toparlandı, hafiften sinirlenmiş gibiydi.
“Allah’tan korkun.” dedi mırıldanarak.
Dışarıdakiler kapıyı daha da şiddetle çalıp bağırdılar. “Hakkımızı isteriz! Hakkımızı ver bize!”
Muhibbi önce Mustafa’ya baktı, sonra iç geçirerek kapıya yöneldi.
“Ne hakkınız var? Kırmadım sizi. Kırmam da. Gidin başımdan rahat bırakın beni.”
Kapıdakliler bir an sessiz kaldı. Sonra bir tanesi konuştu.
“Beklediğimiz çocuk gelmiş. Onu almaya geldik.”
Muhibbi tekrar Mustafa’ya baktı. Kısık bir sesle. “Ne hastasısın sen?” dedi. “Neden bu kadar öksürüyorsun?”
Mustafa dudağını büktü, ellerini ‘bilmiyorum’ anlamında iki yana açtı. Muhibbi kaşlarını çattı, bir elini çenesine götürdü. “Başka kim hasta demiştin?”
“Dört kardeşiz. Önce en küçüğümüz Mahmut hasta oldu. Sonra Asım, sonra ben. Sonra da Kazım abim hasta oldu. Bir sürü şey denediler iyileşelim diye ama olmadı.”
“Ailenden biri, mühim kimseleri rahatsız etmiş olabilir mi?” diye sordu Muhibbi. Olayı kavrıyor gibiydi. Mustafa tekrar dudağını büzüp ‘bilmiyorum’ yaptı. Kapıdakiler iyice sabırsızlanıyor olmalıydı, tekrar kapıya vurdular. Muhibbi bu kez kapıyı açtı.
Mustafa kapının önünde gördükleri karşısında dehşete kapıldı. Üç tane, yetişkin bir insandan daha büyük boyda karınca durmuş, Muhibbi’ye ve Mustafa’ya bakıyorlardı. Arkada duran karıncalardan biri Mustafa’nın ters bakışlarını fark etti. “Ne var hiç mi karınca görmedin?” dedi ters ters. Mustafa cevap veremedi, arkadaki karıncalardan biri, konuşan karıncayı ayağıyla dürttü.
En öndeki karınca, duyargalarını ve ortadan ikiye ayrılarak açılan ağzını oynatarak Muhibbi’ye bakarken “Çocuk çağırılmış.” dedi. “Götürmemiz lazım, sen de biliyorsun. Hem senin görevin sadece Öte Taraf’a gelenleri karşılamak, neden çocuğu vermemekte ısrar ediyorsun anlamıyorum? Akşam Şahlar Makamı’na sen de gelmeyecek misin sanki?”
Muhibbi bıkmış bir şekilde elini yüzüne götürdü. Ters ters “Vermiyor değilim ki, siz sabırsızsınız.” dedi. Ardından döndü, beti benzi atmış Mustafa’ya eğildi.
“Evladım, biliyorum kendini nasıl burada buldun, burası neresi, geri dönebilecek misin çok merak ediyor, korkuyorsun. Korkma, müsterih ol. Muhtemelen sadece ailenden birinin bir hatası yüzünden buradasın, bu… Bu gariplerin de korkutucu durduklarına bakma. Seni ulu insanlara, kadim bilgilere haiz kişilere götürecekler. Orada, seni çağıranı ve geliş sebebini öğreneceksin.” dedi. Bunları söylerken, korkudan titreyen Mustafa’yı kaldırdığı gibi en öndeki karıncanın sırtına oturttu.
Mustafa korkudan çığlık atınca, karınca “Ben sırtıma binmene razı olyorum da sen neyden şikayetçisin anlamıyorum?” dedi. Mustafa cevap veremedi, rengi sapsarı olmuştu. Muhibbi gülümsedi.
“Korkulacak hiçbir şey yok. Bu karıncalar Yaşayan Alem’de yaptıkları sayesinde buradalar, o alemde iyi olmayan kimse buraya giremez. Buna sen de dahilsin. Daha fazla sohbet edemediğimiz için üzgünüm fakat senin yetişmen gereken bir buluşma var, hoşçakal.” dedi. Mustafa cevap vermek için ağzını açtığındaysa Muhibbi çoktan kapıyı kapatmıştı bile.
Karıncalar bir anda koşmaya başladıklarında Mustafa’nın öksürmek için bile fırsatı olmamıştı. Hızla kaçınılmaz olana doğru gidiyorlardı.
Mail Listesine Kayıt Ol
Mail listemize kayıt olarak öykülerden ve yeni yazılardan haberdar olun.
Kayıt olduğunuz için teşekkürler.
Bir şeyler yanlış gitti.