Yaz mevsimiydi. Fırat kenarında üç adam nöbetleşe çukur kazıyorlardı. Jandarmadan çekindikleri için ateş yakmamışlardı ve gaz lambasının ışığında çalışıyorlardı. Şahin kazı işini İmam’a devrederken sordu.
“Haritadaki yer burası mı yav emin misin?”
İmam kazmayı alıp çukurda çalışmaya başlarken cevap verdi.
“Burası işte. Bütün işaretler burayı gösteriyor.” dedi kazmayı sallamaya devam ederken. Kenarda çömelmiş, ellerini birbirine ovuşturarak ısınmaya çalışan Davut bir süredir sessizdi.
“Burası burası.” diye onaylayarak bozdu sessizliğini. “Toprağın halinden de belliydi, bir şey gömülü burada. İnşallah hazinedir.”
Davut konuşurken İmam kazmayı sallamaya devam ediyordu. Şahin bir paket sigara ve kibrit çıkardı. Sigarayı dudaklarını narasına koydu, kibriti çaktı… Fakat kibrit söndü.İmam kazmaya devam ediyordu. Davut bir kibrit daha çaktı, o da söndü. Bir saniye önce hiç rüzgar olmadığına yemin edebilirdi, kendi kendine sinirlendi. Bir kibrit daha çaktı, tam kibriti çaktığı sırada İmam da kazmayı metal bir şeye vurmuştu. İmam, kazmayı vurduğu noktadan başlayan ani bir hava dalgasıyla çukurdan dışarıya, Davut’un üzerine fırladı.
İmam’ı çukurdan dışarıya fırlatan rüzgar durmadı ve üçünün de yüzlerine saldırırcasına esmeye devam ederken, gaz lambası söndü, define avcıları yüzlerini boğan rüzgardan nefes alamaz halde yerde uzanıyorlardı.
Doğrulup, bu şiddetli rüzgarın merkezine bakarak sebebini anlamaya çalıştılar fakat toz ve toprak görmelerine engel oluyordu. Derken rüzgar birden kesiliverdi, yer titremeye başladı ve çukurdan gökyüzüne doğru önce siyah bir duman huzmesi yükseldi, sonra da çukurun etrafını sis kapladı ve bir ses duyuldu. Bu öyle bir sesti ki kulaklarını gıcırdattı ve Fırat’ın iki yanında yankılandı. Sesle birlikte turuncu-kırmızı parlak bir ışık ortaya çıkmıştı.
“KİMDİR BENİ AYIRAN?”
Üç define avcısı korkuyla birbirilerine baktılar, cevap vermediler.Yalnız Davut mırıl mırıl felak-nas okuyordu. Ses tekrar gürledi.
“KİMDİR BENİ BÜTÜNDEN AYIRAN?”
Ahmet doğruldu, elini gözüne siper ederek ışığın merkezine, sesin geldiği yöne bakmaya çalıştı. Cesurca.
“Benim!” dedi. “Ne olacak?”
Parlak ışık bir an sessiz kaldı, sislerin içinde bir mum alevi gibi titreşti. Ardından İmam’ın yüzüne doğru eğildi. Tıslar gibi bir sesle.
“Ta ki şehrin tepesine oğullarınla çıkasın, mezar kazıcı.Evlatlarından biri Şahlar Makamı’nda oturuncaya dek en küçüğünden başlayıp hasta düşeler. O vakit herkese yetişen size de yetişe derman ola.”
Bu sözleri söyledikten sora ışık hüzmesi titreşti, rüzgar yeniden başladı fakat bu kez çukurdan dışarıya doğru değil, dışarıdan çukura doğru esiyordu. Işık da sisler de çukura doğru adeta vakumlanarak çekildikten sonra rüzgar kesildi. Temaşa sona ermişti. Define avcısı üç kafadar bir an sessiz kaldı. Nehrin sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu, rüzgar bile yoktu.
Ne olup bittiğini anlayamayan Davut kekeleyerek bir şeyler söylemeye çalıştı. “Bi..Bismillahir…Biismillahirrahmanirrahim.” diye başladığı cümlesini fısıltıyla okuduğu felak-nas sureleri takip etti. İlk şoku anca atlatıp kendine gelebilmişti.
İmam çukura doğru yaklaşırken, Şahin küreği kapmış çukuru kapatmak için toprak atmaya başlamıştı bile. İmam ise çukura bakmaya çalışarak. “Ya bir sakin ol, neymiş bakalım.” dedi fakat Şahin durmak bilmiyordu.
“Yok yok, bu son. Tövbeler olsun. Bir daha böyle işlere bulaşmam çağırmayın beni. Papaz mezarına mı denk geldik cinle minle tövbe estağfurullah ne işim olur benim!”
Şahin bunları söyleyip toprak atmaya devam ederken, İmam az evvel mermerden, köşeli bir tabutun ucunu kırmış olduğunu fark etti. Tabutun üzerinde ince işçilikle işlenmiş, atının üzerinde bir komutan görünüyordu ve bu ince işçilik tabutun etrafını sarıyor gibi duruyordu. İmam da, macera arkadaşları da, bu mezarı kapatıp bir daha açmamaları gerektiğini bilecek kadar bilgili insanlardı. Davut ve İmam da küreklerini alıp yardıma başladılar. Hızlıca çukuru kapatıp, tüydüler zira jandarmadan korkuyorlardı.
O gün üç kafadar, bu olaydan kimseye bahsetmemek üzere sözleştiler ve bir daha define peşine düşmediler. Yeterince korkmuşlardı.
Define macerasının üzerinden aylar geçmişti.
Sabah ezanı henüz okunmamıştı. İlkbaharın gelmesine çok az kalmıştı ve havalar hala soğuktu. İki katlı taş binalar dar sokakların iki yanında dumanlarını tüttürüyorlardı. Evlerin hiçbirinin çatısı yoktu, bunun yerine etrafı duvarla örülmüş damları vardı çünkü bu şehrin halkı yaz gecelerinde damda yatardı.
Diğerlerinden çok da farklı olmayan bir taş binada İmam Ahmet ve ailesi yaşıyordu. Ataları, zamanında şehrin imamlığını yaptığı için ailelerine İmamlar denilmişti. Soğuk odasında sıcak yorganının içinde uyandığında, Ahmet karısı Fazilet’in uyumakta olduğunu gördü. Bir süre karısını izledi, yıllarca onu bekleyen, kahrını çeken, ona dört aslan parçası oğul veren karısını. Fazilet, Ahmet’in define maceralarına dair hiçbir şey bilmiyordu.
Define mevzusundan sonra haftalarca hiçbir şey olmayınca Ahmet rahatlamıştı, gördükleri cin boş tehditler savurup onları korkutmaya çalışmış olmalıydı. Fakat sonbaharda meyve bahçelerinden eve döndükleri bir akşam, en küçük oğulları Mahmut öksürmeye başladı. Önemsenmeyen ve kısa zamanda geçeceği umut edilen bu öksürük iyileşmediği gibi, Mahmut’un ağabeylerine de bulaştı ve durumları her geçen gün daha da kötüye gidiyordu. Her nasılsa Ahmet ve Fazilet hastalıktan etkilenmemişlerdi. Hatta şehirde bu hastalığa yakalanan başka kimseyle de karşılaşmamışlardı. Koca şehirde sadece İmamlar’ın dört oğlu, Kazım, Mustafa, Asım ve Mahmut bu hastalıktan muzdaripti, üstelik bir çare de bulunamıyordu.
Ahmet oğullarını önce sağlık ocağına götürmüştü, sonra büyük şehirdeki hastanelere, onlar da çare olmayınca kocakarılara, üfürükçülere, hocalara… Hiçbiri kâr etmedi. Oğulları hala hastaydı. Oğullarının şifa bulunamayan hastalıkları ikisini de yıpratmıştı. Fazilet bütün gün çocuklarıyla ilgilenirken Ahmet de çarşıda pazarda bir şifa, bir çare arıyordu. Denemedikleri tek bir şey kalmıştı, şehirde herkesin bildiği ve sürekli söylediği, fakat neden denemediklerini Fazilet’in bir türlü anlamadığı bir şey.
Taşbaş Dağı’na gitmek.
Şehir halkı her nedense dağın havasının şifalı olduğuna inanıyordu, Ahmet efsanelere, kocakarılara ve dünyadaki gizemlere inanan, hatta bu bilgileri araştıran biriydi fakat aylar önce o mezarlıkta duyduğu şeyler yüzünden Taşbaş’a gitmekten çekiniyordu. Herkes, cinlerin düzenbaz ve tuzak kurucu yaratıklar olduğunu bilirdi.
Fakat bütün başka yolları denemişti ve şifa bulamamışlardı. Bunu da deneseler ne çıkardı?
Hastalık sadece öksürük gibi görünüyordu, başka hiçbir belirti bulamamışlardı. Bütün gün, bazen sıra sıra, bazen koro halinde öksürüyorlardı. Şimdi bile salonda yatan dört oğlunun ara ara, kısık sesli öksürüklerini işitebiliyordu. Ahmet, yatağın konforundan, yorganın sıcağından sıyrılıp, karısını uyandırmamaya dikkat ederek yataktan kalktı ve terliklerini ayağına geçirdikten sonra gri yün hırkasını giyindi.
Hava hala karanlıktı ve sabah ezanı hala okunmamıştı. Salondaki yer yatağında Ahmet’in dört oğlu yatmaktaydı, Ahmet odaya girdiğinde ikinci oğlu Mustafa’nın uyanık olduğunu fark etmedi. Ahmet duvardaki gaz lambasını yakarken, yatağında doğrulan Mustafa mahmur gözlerle babasına baktı, öksürdü, sonra konuştu.
“Ne oldu?”
Ahmet gaz lambasının ışığını ayarladıktan sonra lambayı çividen aldı, masaya koydu, Mustafa’ya doğru bakarak.
“Kalkın hadi.” dedi. “Taşbaş’a gidiyoruz.”
Mustafa hiçbir şey söylemedi, sessiz sessiz gözlerini kırpıştırarak oturmaya devam etti. Doğrulunca fark etmişti, oda çok soğuktu. Ahmet sobanın kapağını açarken Mustafa önce kuru kuru öksürdü, sonra sordu.
“Hep birlikte mi?”
Ahmet gece boyu yanmış sobanın kül kovasını çıkarmakla meşguldü.
“Sobayı yakayım, annen uyanınca üşümesin.” dedi. Kovayı çekip çıkardı. “Kaldır hadi kardeşlerini, hep birlikte yürüyeceğiz. Asım su doldursun.”
Ahmet kül kovasıyla birlikte odadan çıktı. Mustafa önce abisi Kazım’ı uyandırdı. Kazım da, Mustafa gibi, babalarının gözleriyle bakıyordu. Aynı renk, aynı bakışlar, aynı tavırlar. Yaşça en büyük olmasına rağmen Kazım, kardeşleri arasında en ufak olandı. Mustafa ona göre daha iriydi fakat en yapılı olanları üçüncü kardeşleri, Asım’dı.
En irileri olan Asım, annelerinin yeşil gözlerini almıştı. En hareketli, en yaramaz olanları oydu. En küçükleri Mahmut da ağabeyi gibi yeşil gözlüydü ve aralarında en tombul olandı. En küçükleri o olduğu için anneleri tarafından kayırılıyor olabilir miydi? Cevabı kırmızı dolgun yanaklarında saklıydı ve ağabeyleri, Mahmut’a, anne babaları tarafıdnan sürekli korunup kollandığı için şakayla “Yusuf Aleyhisselam” diye hitap ederlerdi.
Hepsi uyandı, hazırlandı. Ahmet sobayı yaktı, Asım suyu doldurdu, uyanan Fazilet kimseyle konuşmadı, mutfakta yolluk hazırladı. Kısa bir süre sonra gitme vakti geldiğinde, çocuklarını öptü, hazırladığı yolluğu Mustafa’ya verdi. İmam Ahmet ve dört oğlu alacakaranlıkta yola çıktı.
Baba ve dört oğlu ağarmamış göğün altında, uçsuz bucaksız zeytin ve fıstık bahçelerinin arasından kıvrılan Taşbaş yoluna düştüğünde hava serindi. Her birinin üzerinde birer yün hırka vardı. Dört kardeş ara ara, bazen sıra sıra, bazen koro halinde öksürüyorlardı. Yanlarına aldıkları suyu biri içerken diğerleri bekliyor, biraz yürüyorlar, sonra bir diğeri susayınca tekrar duruyorlardı.
Böyle böyle dağın eteklerine vardılar, burada kim bilir kim tarafından hangi vakitte yaptırıldığı bilinmeyen bir kuyunu başına ulaştılar. Suları bitmek üzereydi. Ahmet eliyle dağın tepesini göstererek. “Bu su ta dağın tepesinden, yağmurdan kardan gelen su. Dağ boyunca süzülüp burada birikiyor. Gelmişken bol bol için, şifa olur inşallah.” dedi. Oğlanlar kuyunun başına toplanırken, Ahmet sigara içmek için biraz uzaklaştı. Hala çocukları görüp seslerini duyabiliyordu.
Asım kuyuya bir taş attı, dinledi. Taşın düşmesi uzun sürmüştü, bu derin bir kuyuydu. Asım ve Kazım kuyudan su çekerken Mustafa ve Mahmut kuyuya bakıyorlardı. Mahmut’un boyu kısa oldğu için parmaklarının üzerinde kalkıp kafasını kuyuya uzatıyor, dikkatsizce eğiliyordu. Mustafa şakayla.
“Dikkat et Yusuf Aleyhisselam.” dedi. “Düşersen bırakır gideriz valla.”
Mahmut kuyunun dibine bakıp yutkunarak geri çekildiğinde abileri ona bakarak gülümsüyorlardı. Kuyudan çıkan kovaya bakır taslarını daldırıp sıra sıra su içerkerlerken, Mustafa Yusuf’u düşünüyordu. Hazreti Yusuf’un hikayesini dört kardeşe babaları anlatmıştı. Ağabeylerinin kıskanıp kuyuya attığı, köle tacirleri tarafından kurtarılıp satılan, güzelliğiyle ünlü peygamber. Kuyuların ve zindanların peygamberi. Mustafa bu hikayeyi hatırladı. İkinci çocuk olmasına rağmen kendisini kuyunun dibinde hayal ederken bulmuştu. Mahmut’a baktı, küçük kardeşi korkmuş gözlerle kuyuyabakıyordu. Biraz evvel yaptığı şaka için fena hissetti.
“Şaka len şaka” dedi büyük bir ciddiyetle. “Bırakır mıyız hiç seni? Kurbağalar seni bize emanet etti.” dedi. Bu abilerinin Mahmut’a bir başka şakasıydı, ara ara hatırlatıp kardeşleriyle uğraşmayı severlerdi. Mahmut’un yüzü ekşidi, Kazım’a döndü.
“Abi gerçekten kurbağalar mı getirdi beni?” dedi neredeyse ağlamaklı bir sesle. “Kardeşiniz değil miyim ben?”
Kazım gülümseyerek öksürdü, sonra Mahmut’a değil, Mustafa’ya döndü.
“Oğlum ağlatmayın şunu babam kızacak şimdi.” dedi. Mahmut’un yüzü iyice buruşmuştu, ha ağladı ha ağlayacaktı. Kazım, Mahmut’a bakıp gülerek.
“Sen de hemen inanıyosun lan hiç kurbağaya benzer bi yanın var mı bak bakiym eline ayağına?”
Mahmut öksürerek eline ayağına bakarken diğerleri onun bu haline kıkırdadılar. Onların güldüğünü gören Mahmut da kıkırdamaya başladı. Derken Ahmet geri geldi. “İçtiniz mi bol bol?” dedi. “İyi, hadi toparlanın devam edelim.”
Toparlandılar, zirveye doğru yürümeye evam ettiler. Yol kenarı hiç bitmeyecekmiş gibi fıstık ağaçlarıyla süslüydü, derken yol kıvrılıyor, döndüklerinde bu sefer de hiç bitmeyecek gibi görünen zeytin ağaçlarını görüyorlardı. Ağaçların araları yalnızca baharda açan mor çiçeklerle süslüydü. Dört kardeş de hala öksürüyordu, durumlarında bir iyileşme yoktu.
Tepeye ulaştıklarında dört kardeş bir ağaca sırt sırta oturdular. Taşbaş ilginç bir yerdi, dağın zirvesine yakınlaşınca iklim bir anda değişiyor, zeytin ve fıstık ağaçlarının yerini iğne yapraklı koyu yeşil çamlar alıyordu. Halkın buraya bir kutsiyet addetmesi boşuna değildi, insan burada, şehirde olduğundan çok daha başka hissediyordu. Çok daha umut dolu. Dört kardeş yorulmuş ve hafif terlemiş durumdaydılar ama tertemiz hava ciğerlerine doluyordu ve kuru boğazları hafiflemiş gibiydi. Yine de öksürüyorlardı, babaları baston niyetine kullandığı sopaya dayanmış onlara gülümsüyordu.
“Hadi hadi oturmayın hemen.” dedi oğullarına. “Kozalak toplayın da ateş yakalım, çay demleyelim. Sıcak sıcak için iyi gelir, şifa olur inşallah.”
İmam Ahmet’in dört oğlu, pek çok sefer olduğu üzere babalarının sözünü ikiletmeyip kalktılar. Her biri farklı yönlere gidip yakmak için kuru dal parçaları ve kozalak toplamaya başladı. Kazım, Asım ve Mahmut bir tarafa, Mustafa bir tarafa doğru gitti, babaları Ahmet de taşları dizerek bir ocak yapma işine koyuldu.
Mustafa diğerlerinden farklıydı. Sadece kardeşlerinden değil, diğer tüm çocuklardan. Sokakta herkes birlikte oyun oynarken, o bir kenarda kendisine uğraşacak bir şeyler bulurdu. Bazen bir ağacın yaprağını uzun uzun inceler, bazen bir tırtılın yürüyüşünü seyreder, bazense aynı ilgi ve merakla çocukların oyunlarını incelerdi. Baktığı incelediği her şeyde bir düzen, bir şablon, tekrarlayan şekiller bulmaktan keyif duyardı. Bu öyle bir hâl almıştı ki, artık çoğu kez bakmadığı halde görüyordu bu şekilleri.
Şimdi de çam ağaçlarının arasında kozalak ararken, fark etti. Yerdeki kozalaklarda bir düzen vardı. Bir, üç, beş diye çoğalarak, belirli aralıklarla, rastgele gibi fakat tek sıra halinde bulunuyorlardı. Mustafa, kucağına biriken kozalaklarla birlikte ilerlerken, bu kozalak kümelerinin onu bir meşe ağacına götürdüğünü fark etti. Kocaman bir kovuğa sahip bu ağaç, meraklı Mustafa için çok çekiciydi. O kovuğun içine girmeliydi.
Arkasını dönüp kardeşlerine ve babasına baktı. Onları göremeyecek kadar uzaklaşmıştı. Elinde kozalaklarla arkasına bakarken, ağacın olduğu yerden bir ses duydu.
“Hişt, hişt!”
Korkudan elindeki kozalakları düşürdü. Gençten bir ses tekrar seslendi.
“Hadi, gelmiyor musun?”
Mustafa merakla, temkinli bir şekilde ağaca yaklaştı.
Çok da uzakta olmayan babası ve kardeşleri Mustafa’nın çığlığını duyduğunda Mustafa için çok geçti.
Mail Listesine Kayıt Ol
Mail listemize kayıt olarak öykülerden ve yeni yazılardan haberdar olun.
Kayıt olduğunuz için teşekkürler.
Bir şeyler yanlış gitti.